Ecz. Neşe Köysüren

Kitap kulüpleri denince geçmiş yıllarda tozlu, köhne, sıkıcı ortamlar akla gelirken günümüzde bu kulüpler her yaştan, her kesimden, her statüden insanın katıldığı sosyal platformlar haline geldi. Bu galiba biraz günümüz insanının yalnızlığından kurtulabilme yollarından birisi. Bu yükseliş için zamanımızın kötülükleriyle baş edebilme, başka insanlarla yargılanmadan konuşabilme ihtiyacı gibi nedenlerden de bahsedilmekte.

Kitap kulüpleri aynı sosyal ortamlarda bulunan kişilerle veya sosyal medyada kişisel birlikteliklerle kurulabildiği gibi artık kurumsal alanlarda da organize edilebiliyor. İstanbul Eczacılar Kooperatifi’nin platformu İskoop Kampüs bünyesindeki kitap kulübü ya da Ankara Eczacı Odası’nın yeni başlattığı kitap ve sinema kulüpleri gibi.

Kitap kulüpleri kitap okumak için itici bir güç. Hep ertelenen kitaplar için bir fırsat. Ve bir süre sonra ise okunan kitaplar ve tartışmaların yarattığı duygu, düşünce akışı ile gelen haz.

Mesela kulüple birlikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabını okuyup tartışınca günümüzdeki şatafatlı, büyük kurumların, şirketlerin aslında nasıl verimsiz, işlevsiz olabildiğini anlarız. 1961 yılında yazılan roman cumhuriyetin yeni dönemlerinde yaşayan, geçmişle bağlarını koparamamış, yeni Türkiye’ye, modernleşme çabalarına ayak uyduramamış Hayri İrdal’ın ailesiyle, akrabalarıyla, çevresiyle ilişkilerini anlatmaktadır. Olaylar Hayri İrdal’ın çok sıkıştığı bir dönemde karşısına çıkan girişimci, pragmatist Halit Ayarcı ile birlikte vatandaşların saatlerini tam doğru ayarlaması amacı ile bir enstitü kurmaları üzerinden ilerler.

"İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Hâlbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz." (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)

Verimsiz, etkisiz bir kurumun kuruluşunu, memurlar, müdürler atanışını hicivle anlatır Tanpınar. Bir arpa boyu yol alamadığımızı yakında başına ‘influencer’ların getirildiği kurumlar, şirketler, enstitüler gördüğümüz zaman belki daha iyi anlarız.

Şiirinde ‘Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında’ diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bolca kafa yorduğu zaman kavramı kitabın önemli bir temasıdır. Tanpınar için zaman sadece saatle ilgili bir kavram değil bir benlik, kimlik anlamını da taşımaktadır.

"Bazen düşünüyorum, ne garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?"(Saatleri Ayarlama Enstitüsü)

Zamansızlıktan şikayet edip zamanı su gibi harcadığımız çağımızda tüm bu düşünceler başka bir kulüp toplantısında tartıştığımız Kairos romanında bir kere daha aklımıza düşer. Alman yazar Jenny Erpenbeck’in Booker ödüllü kitabında da zamanla ilgili bir dert vardır. Zaten kitaba adını veren Kairos Antik Yunan mitolojisinde Fırsat Tanrısıdır. Kairos kanatları nedeniyle çok hızlı hareket eder. Başının arkasında saçı yoktur. Fırsatı yakalamak için başının önündeki uzun perçemleri yakalamak gereklidir. Doğru zamanda doğru yerde olmak ve hayatı değiştiren bir ‘an’ı yakalamaktır. Kairos’u arkasından yakalama şansı yoktur. Eğer onu kaçırırsanız hayatta ayağımıza gelen ama kaçırdığımız fırsatları bir daha yakalayamadığımız gibi O’nu da bir daha yakalayamazsınız. Kitabın iki ana karakteri Hans ve Katharina’nın karşılaşma anı Kairos olarak düşünülür. Kitabın sonunda bu gerçekten Kairos anı mıydı karar vermek okuyucuya kalır.

Kitapta zaman yine bellekle ilişkilendirilir. Toplumsal ve bireysel zaman paralel işler. 80’lerin sonlarında geçen romanda 53 yaşındaki Hans ile 19 yaşındaki Katharina’nın toksik ilişkisinde aynı zamanda Doğu- Batı Berlin’i yaşarız. Bir duvarla ayrılan, bambaşka hayatlar yaşayan aynı şehrin, aynı ailelerin insanlarını görürüz. Bir taraf sosyalizmin etkisinde baskıcı, kıt kaynaklarla yaşayan; diğer tarafta kapitalist düzende bolluk ama vahşi bir düzende yaşayan insanlar. Bu nedenledir ki Batı Berlin’e geçerek büyükannesini ziyarete giden Katharina’nın ilk gördüğü ve şok olduğu şey bir dilencidir. Bir insanın nasıl böyle bir hale düştüğünü ve toplumun buna izin verdiğini anlayamaz. Ama Bir hafta içinde Batı Berlin’deki dükkanların, restoranların büyüsüne kendini kaptırır.

‘İnsan, başkalarından daha şanslı olmasına bu kadar hızlı mı alışıyor?’ (Kairos)

1990 yılında duvar yıkılır. Tüm dünya televizyonlardan büyük bir coşku içinde izler ama pek çok Doğu Alman vatandaşının dertlerinin henüz başladığından habersizdir.

Derken bir duvarda Ursula L Guin’in Mülksüzler romanında çıkar karşımıza. Kitap kapitalist düzende yönetilen Urras ve Anarşist düzende yönetilen Anarres gezegenlerinde geçmektedir. Bir bilim adamının Anarres’deki düzenle ilgili şüphelerinden sonra üzerinde çalıştığı teoriyi tamamlamak üzere Urras’a gitmesi ve o gezegeni tanımasını konu eder. İkircikli ütopya denir bu kitap için çünkü iki düzenden herhangi birini ütopya olarak karşımıza çıkarmaz. Her iki gezegenin de artı ve eksilerini gösterir.

Duvar Anarres Gezegenini dışardan gelen kargo gemilerinden korumak amacıyla uzay limanına inşa edilmiştir. Kitabın peşinde olduğu sorulardan biri de ‘Urras gezegeninden korunmak ve bağımsızlık için yapılan duvar zamanla Anaresdekiler için bir hapis mi yaratmıştır?’ sorusudur.

‘Bir duvar vardı. Önemli görünmüyordu. Kesilmemiş taşlardan örülmüş, kabaca sıvanmıştı; erişkin biri üzerinden uzanıp bakabilir, bir çocuk bile üzerine tırmanabilirdi. Bütün duvarlar gibi iki anlamlı iki yüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.’ (Mülksüzler)

Bu duvarlar hep ideolojik ve psikolojik duvarlardır. Günümüzde de sosyal medyaya dolayısıyla insan zihinlerine, mültecilere, kadınlara örmeye devam ettiğimiz duvarlar gibi...

Bu duvarlar toplum birey çatışmasını yaratır derken başka bir toplantımızda Tatar Çölü kitabında insanların kendisine ördüğü duvarlarla karşılaşırız. Dino Buzatti’ nin 1940 yılında yayınlanan bu eseri, Teğmen Giovanni Drogo' nun Tatar Çölü’nde bulunan Bastiani Kalesi’nde göreve başlaması ve buradaki hayatını konu alır. İnsanın iç dünyasını anlatmak için kullandığı çöl ve kale gibi metaforlarla insanın kendine çizdiği sınırları, ördüğü duvarları Drogo ile birlikte görürüz. Buzatti zaman algısı, mevki ve statüko bağımlılığı, yabancılaşma konularını da insanın içine işleyen bir şekilde öyle bir anlatır ki herkes Drogo’yu tutup silkelemek ister.

‘Yine de zaman, gitgide daha hızlı bir biçimde akıp gidiyordu; sessiz ritmi yaşamı parçalara ayırıyor, insan geriye bir göz atmak için bile duramıyordu. "Dur! Dur!" diye bağırmak istiyor ama sonra bunun hiçbir yararı olmadığının farkına varıyordu.’ (Tatar Çölü)

Drogo’nun yabancılaşmasını konuşurken kuzeylerden gelen yeni karakterimiz Bjorn Hansen ile tanışırız. Yabancılaşma konusunda dünya edebiyatında tüm karakterlerle yarışabilecek olan Hansen, Norveçli yazar Dag Solstad’ın Bjorn Hansen Üçlemesi kitaplarının ana karakteridir. Üçlemenin ilk kitabı On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap’ta kahramanımız Red Planı adını verdiği bir planla hayatını kökten değiştirir. İkinci kitap 17. Roman’da ise yıllardır görmediği oğluyla tekrar iletişim çabalarını anlatır. Son kitap Bjørn Hansen’e Dair Üçüncü ve Son Roman’da yaşlı ve yalnız bir şekilde yaşarken torunu ile tanışmasının hikayesini görürüz. Yabancılaşmada başı çeken Hansen’in çocuğuyla ilişkisinde ise Mülksüzler’i okuyanların ortak tepkisi ‘Anarresden mi geldin be Hansen’ olur.

‘Ne var ki çok yalnızdı, hiç arkadaşı olmadığını kabul etmek zorundaydı. Ama kitapları vardı. Bu durum tersine olsaydı daha kötüydü, evet evet tersi olsaydı hiç katlanamazdı.’ (17. Roman)

"Hayat kendisine sorduğum bütün soruları cevapsız bıraktı" (On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap)

Sonuç olarak kitap kulüpleri ile tıpkı Martin Eden de olduğu gibi diyoruz ki;

"Seni kitap okuyan insanlarla tanıştıracağım. Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer.”

Sağlıkla, kitapla kalmanız dileğiyle…

Ecz. Neşe Köysüren

kutlunese@hotmail.com

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat